1554 yılında Şam’lı Şems ile Halep’li Hakem İstanbul’un Taht-ul Kale semtinde ilk kahvehaneyi açtıklarında, açtıkları şeyin aslında bir mekandan öte, uygarlığın o tarihten sonraki gelişiminde önemli rol oynayacak bir akımın kapısı olduğunun farkında mıydılar acaba? Batılılar, dönemin cazibe merkezi İstanbul’da başlayan bu akımı görüp kendi şehirlerinde de uygulamaya başlamakta gecikmediler. İlk defa zihinlerini uyuşturan alkolün tersine onu harekete geçiren bir içecek olan kahve ile tanışan Batılılar, onu tıpkı Osmanlıların yaptığı gibi kahvehanelerde birlikte tüketmeye başladılar. İstanbul’da kahvehanelerin açılmasının üzerinden daha bir yüzyıl geçmeden Marsilya, Venedik, Viyana, Paris, Londra, Oxford derken, kahvehane akımı Newyork ve Boston üzerinden Yeni Dünya’ya da sıçradı. Çok geçmeden bu sosyal ortamlar kahvenin verdiği enerjiyle birer sanat, bilim, ticaret ve hatta siyaset merkezlerine dönüştüler. Toplumun her sınıfından her insanın aynı ortamda her türlü konuyu tartışıp, dinleyebildikleri kahvehaneler bazılarının işine gelmedi, zaman zaman yasaklara ve baskılara maruz kaldılar. Londra ve Newyork borsaları kahvehanelerde doğdular. Fransız ve Amerikan ihtilallerinin kıvılcımları kahvehanelerde yakıldı. Bach, Verdi, Wagner ve pek çok diğer müzisyenle empresyonist ressamlar ilham meleklerini kahvehanelerde aradılar. Savaşlar kazanarak ve kaybederek ülkelerin sınırlarını çizen siyasetçiler ve askerler, Napoleon Bonaparte, Benjamin Franklin, Adolf Hitler, Leon Troçki gün geldi aynı kahvehane çatısının altında demlendiler. Bir fincan kahve parasına misafirlerine yepyeni dünyalar açan kahvehaneler Batı medeniyetinin lokomotifi oldular.